Korkmaz İlkorur
Aşağıda değindiğim yazı 11 Temmuz 2002 tarihli Radikal Gazetesi ekonomi sayfasındaki köşemde “Çözüm : Sivil Toplum” başlığı ile yayınlanmış idi. Yazı, 1999 depremi ve 1999 ve 2001 ekonomik krizleri ardından yazıldı.
Şöyle demişim : “Türkiye’nin yaşadığı sürekli krize çare bulamamasının tek bir nedeni vardır. O da tam demokratikleşmemiş olmasıdır. Bunun da nedeni gerçek bir sivil toplum oluşturmadaki aczimizdir.
“Sivil toplum” çok değişik şekilde tarif ediliyor. Burada tarif bolluğuna girmeyelim ve sivil toplumu, “üç önemli öğesi arasındaki dengeli ve ahenkli iş bölümü ile ülkeyi yöneten ve denetleyen toplum modeli” olarak tarif edelim. Ancak, bu kadar basite indirgediğimiz bu tarifin altında yatan ve bir topluma “sivil toplum” karakterini veren bazı temel ilkeleri belirtelim: Yükümlülük ve hak bilinci, hukukun üstünlüğü, katılımcılık, açıklık , şeffaflık ve hesap verebilirlik.
Bir sivil toplumun “olmazsa olmaz” üç ana öğesi var : Hükümet (devlet de deniyor), İş dünyası ve sokaktaki adam ve onun sesini yansıtan sivil toplum örgütleri. Hükümetten kastımız siyaset, sivil ve askeri bürokrasi . Türkiye’nin geleceği bu üç ana unsurun elinde ve bunların yukarıdaki ana ilkelere sahip gerçek bir sivil toplumun yaratılmasına ve dolayısı ile demokratikleşmesine yapacakları etkiye bağlı. Hepsinin bu yolda hakları olduğu gibi gerçek yükümlülükleri de var. Bu yükümlülükleri nasıl algılarlar ve bunları yerine getirirler mi sorusuna bu üç öğenin tarihsel gelişimlerini de dikkate alarak eğilelim.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana siyaset, sivil ve askeri bürokrasi tarafından yönetilmektedir. Nasıl bir sivil toplumun üç öğesi arasında denge olması gerekirse –ki bizde yoktur- hükümet diye adlandırılan unsurun içinde de bir denge olmalıdır –ki bizde yoktur. Gerçek bir sivil toplumun kurulması halinde “hükümet” diğer sivil toplum öğelerine sorumluluk ve yetki devir etmek zorundadır. Ama, tarihsel olarak bakıldığında Türkiye’yi yönetmiş olanların bu hakkı kolayca devir etmek istemedikleri görülür. Bu yetki devrini şart koşan AB konusundaki direnç de zaten bunu göstermektedir.
Sivil toplum örgütlerini oluşturacak olan vatandaş Osmanlı’dan bu yana genelde ataerkil bir aile düzeninden gelmektedir. Baba, yani otorite, hayranıdır. Güdülmeyi sever. Sorgulamaz. Hakkını aramaz. Babanın verdiği ile yetinir. Risk almayı sevmez. Otoriter bir düzenden geldiği için sevgi yoksunudur, sürekli okşansın ister. Onun için popülizme çabuk yatar. Kısa yaşamında kendisine gerçek faydayı sağlayanın kim ve ne olduğunu anlayamaz. O nedenle etrafı sivil toplum örgütü diye saran ama bugün halen “hükümet””ten beslenen örgütlerden medet umar. Sonuçta, gerçek ve gönüllü sivil toplumları cılız ve etkisiz kalır.
İş dünyamız, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “hükümet” in koruması ve özendiricileri ile gelişmiştir. Onun için, iş dünyası, çok eleştiri yapsa da, bir sivil toplum modeli içinde Türkiye’nin yönetimi ve denetimi için geleneksel güçlerden sorumluluk ve yetki devri talep etme cesaretini gösterememiştir. Sivil toplumu yaratma sürecinde, ülkenin çok önemli bir aş ve iş yaratıcısı olması gereken iş dünyası, yetki devrinde direnen “hükümet” ve güçsüz Sivil Toplum Örgütleri karşında görece önemli vecibesini anlamamış, görece gücünü kullanmamıştır.
Sivil toplum unsurlarının geçmişlerine ve gelecekte kurulabilecek işbirliği olasılıklarına baktığınızda demokratikleşme açısından karamsar olmak için epey bir neden var gözüküyor. Ama, biz gene de iyimser olalım ve “hükümet”i sorumluluk ve yetki devrinde akılcılığa, “STÖ’lerin temeli vatandaşı” ataerkil düşünce ve davranışlarını bırakmaya, “iş dünyası”nı da, “hükümet”ten göbek bağını kopartmaya davet edelim. Yoksa, Türkiye’nin işi çok zor”.
Aradan 20 sene geçti, halen belirsizliklerle dolu bir ekonomik krizin içinde iken gene bir deprem oldu. Yazdıklarımı gözden geçirip bir değerlendirme yapmanın zamanı dedim. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen ana fikirde olumlu yönde çok önemli değişiklikler olduğunu söyleyemem. Tam tersi, yani olumsuzlukların katlanarak arttığı ise yadsınamaz. Tek teselli veren husus, 1999 depremi sonrasında da gördüğümüz sosyal dayanışmanın daha da artmış olması. Ama, “hükümet” öğesinin böyle bir durumda dahi gönüllü bir “yetki devrine” razı olmaması, özellikle sokaktaki adam ve STÖ’ye, “hükmetme” arzusunun tam hız devam ettiğine işaret etmektedir. İş dünyası ya çok sinmiştir, ya da çok vurdumduymazdır, kendi işine bakar. Bu durum, bizi sivil toplum ve demokrasinin geleceği açısından 20 senesi evveline kıyasla çok çok daha fazla endişelendirmeli ve sivil toplumu gerçekleştirmeye yönlendirmeli. Aksi takdirde bir sonraki depremde sivil toplumu da, demokrasiyi de enkazdan çıkartmak mümkün olmayabilir.