Boğaziçi Üniversitesi ve Seçkincilik Üzerine

Boğaziçi Üniversitesi’ne dışarıdan ve yeterliliği olmayan bir rektör atanması sonrasında yaşanan tartışmalarda olduğu gibi, yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın düşünce ve düşünme kıtlığı yaşanan birçok ülkesinde ne zaman sosyo-politik-ekonomik boyutlu bir tartışma çıksa iş gelir gider taraflardan birinin diğerini “seçkinci” (Elitist) olmakla suçlamasına gelir. “Seçkincilik” (Elitizm) inancının ne olup, ne olmadığı fazla tartışılmaz. Genellikle de düşmanca bir tanımlama havası içinde ortaya atılır. Olası bir tartışmayı da çoğu zaman “Seçkinci” suçlamasını yapanlar kazanır. Bu durum beni bir çok nedenle hep düşünmeye itmiştir. Şimdi bu nedenlere girmeme gerek yok; ama, yazının sonlarında anlayacağınız gibi, benim için en önemli bir neden kendimi sorgulamam idi. Acaba ben de seçkinci ve seçkin miyim ?

Bu konuda tartışmalar genellikle “seçkincilik” ve “eşitlikçilik” karşıtlığı içinde yapılır. İçerdiği düşüncelerin görece doğru yönleri olabileceğinden ve zaman zaman da bu düşünceler popülist söyleme kolayca zemin hazırladığından “eşitçiliği” savunmak daha kolaydır. Giderek bir suçlama bağlamında söz edilen “seçkincilik” için ise durum tersinedir. Zaten, seçkinciliği savunan fazla bir yayın olmadığı da söylenebilir. Böyle bir yayın 1994 yılında basılan, William A. Henry III’ün “In Defense of Elitism” (Seçkincilik Savunusu) adlı kitabıdır. Ben kitabı 1995’de aldım ve okuyup kütüphaneme koydum. Ama, kitabın yazılmasından çok önce başlamış olan sosyo-ekonomik-politik kriz bugün tüm dünyayı çok derin bir şekilde etkiliyor ve beraberinde çok yönlü tartışma ve söylemleri de getiriyor. Bu söylemler arasında “seçkincilik” konusu da sıkça yer alıyor ve “seçkincilik” suçlamaları da yeniden bir temele dayanmaksızın havada uçuruluyor. Bu arada suçlamalar Boğaziçi Üniversitesi’ne kadar uzandığı için kitap tekrar kütüphaneden masaya indi.

Uzun yıllar Time dergisinin eleştiri yazarlığını yürüten Henry III yaptığı eleştiriler ile 1975 ve 1980 yıllarında iki kez Pulitzer ödülü aldı. Bu kitabı 1994’de vefat ettikten sonra yayınlandı. Kitabın birinci bölümünün adı “Vital Lie”; “Yaşayan Yalan” diye tercüme edelim. Bölümün birkaç uzunca paragrafı “seçkincilik” teriminin ne kadar ucuz ve bilinçsiz kullanıldığı ve kolaylıkla düşmana doğrultulan bir silah haline getirildiğini anlatıyor. Bu anlatımı yanlış yansıtmamak için tercümesini vermeyi tercih ettim :

” Bill Clinton’nın Beyaz Saray’a yürüdüğü günlerde, kendimi ve çok uzun yıllardan beri tanıdığım liberal demokrat arkadaşlarımın birçoğunu gerçekçi bir şekilde içinde gördüğüm “seçkinci” tanımının yaşadığımız bu zamanlarda “ırkçı” tanımı gibi, içinde her türlü aşağılayıcı suçlamaları barındıran bir terim haline gelmesi hoşuma gitmedi. Şöyle bilinçli olarak etrafıma bakmaya başladım; bulvar gazetelerinden bilimsel dergilere, göstermelik dizilerden ciddi akademik söyleme, ve, en önemlisi, liberaller ve muhafazakarlar hepsi dahil kamusal retoriğe kadar her bir tarafa baktım. Ama, “seçkincilik inancının”, ve böyle bir inancın temelini oluşturması gereken önemli değerler hiyerarşisinin bir düşünsel yeterlilikte tartışılmadığı kanısına vardım. Bir lanetleme etiketi olarak kullanılan “seçkinci”, “seçkin” gibi kelimelerin, bugünün hatiplerinin karşıtlarını kurtarılamayacak şekilde yenilgiye uğratabilmeleri için geliştirildiğini gözlemledim”.

” Kıskançlık, teolojik çevrelerin yedi ölümcül günahından biri olsa da olağan bir sohbetin bile en yüksek getiriyi (cazibeyi) sağlayan unsurudur. O nedenle, ilk önce, bu hakaretlerin çoğunun, daha az olanağı olan çoğunluğun, daha çok olanağa sahip azınlığa karşıt gruplaşması gibi bir reaksiyon olduğu düşüncesi ile bunları kafamdam silmeye yatkındım. Ama, isteksiz bir şekilde ve adım adım ilerledikçe seçkinliğe yöneltilen popülist eşitlikçi öfkenin paradan çok, lidere ve konuma, özellikle iyi bir eğitim ve uzun uğraş sonunda elde edilmiş başarıya, başta tarih, felsefe ve kültür olmak üzere geçmişten kalanlara saygı duymak, akılcılık ve bilimsel araştırmaya dayanmak, objektif standartları korumak, doğru bildiğini savunmak, öğrenmek için dinlemek gibi benim için çok önemli olan ve akılcılık farklılığını yaratan türden unsurları hedef aldığını anladım…”

“…Antropolog Margaret Mead (1901-1978) ölmeden kısa bir süre önce Amerika Birleşik Devletleri’nin, Ortaçağ mistisizmi, anlamsız söylem (mumbo-jumbo), şahsi çıkar üzerine kurulu inanç, çete politikası (mob politics), araştırma ve eleştirisel düşünce yerine korkunun hakim olduğu yeni bir Karanlık Çağ’a doğru yürüdüğü tahmininde bulunmuş idi. Mead korktuğunun çok ötesinde haklı idi. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyük Amerikan diyalektiği “seçkincilik” ve “eşitçilik” (egalitarianism) arasındadır…Bunlar, 18. Yüzyıl Aydınlanma Hareketi’nin birbiri ile yarışan iki ana inancı, dolayısı ile, Amerikan kimliğinin kaynağı idi. İkisi arasındaki gerilim, dengenin çok ötesine ve yanlış yönde, etik standartlar temelinde düşünmeyen “eşitlikçi”ler tarafına salınarak bozuldu. Yeni bir çeşit aydın karşıtı popülizm yıkıcı ve kontrol edilemez bir şekilde ilerledi.”

Kitap böyle bir başlangıç ile ilerliyor ve yazar örnekler ile tezini savunuyor. Kitap yayınlandığı zaman bayağı bir yankı yaptı. Zira, konu çok zordu. Eşitçilik, ana akım Amerikan kimliğinin ve düşünce sisteminin önemli bir ayağı idi. Seçkincilik, her zaman, kendi tarifinden kaynaklanan bir dışlanma içinde idi. Bu nedenlerle kitap çok tartışıldı. Kimisi çok olumlu, kimisi çok olumsuz yorumlar yaptı. Ama, ilk kez, özellikle ABD siyasetinin, hatta sosyo-ekonomik sistemin giderek kafalarda sorgulandığı bir ortamda cesaretle yeni ve alışılagelmişin dışında bir savunu olduğu için de çok ilgi çekti.

Şimdi, bu noktada kitabın ilerleyişini ve tercümeyi bırakalım; bu zor savunuya bir açıklık getirebilmek için biraz tanımlamaları açalım : “Seçkin”, en basit olarak, “bir toplumda sahip oldukları yüksek statü nedeni ile toplumun çoğunluğuna kıyasla daha fazla imtiyaz ve güce sahip olan görece küçük gruplara dahil olan kişi(ler)” olarak tarif ediliyor. “Seçkincilik” ise “bu kişilerin/grupların toplum yaşamında / yaşam alanlarında etkinliklerini savunmak ve geliştirmek inancı” olarak tanımlanıyor. Yüksek statüyü sağlayan imtiyaz ve güçler de, genellikle, zenginlik, çok iyi bir eğitim, doğuştan yetenek ve başarı gibi unsurlar oluyor. Yazar, ise seçkincilik ve eşitçilik inançlarını bir tahtaravallinin iki tarafı olarak değerlendiriyor, her ikisini de önemsiyor, o nedenle de konuyu doğrudan “eşitlik” içeriğinde ele alıyor. Ona göre, esas konu neyin, nasıl eşitlenmeye çalışıldığıdır.

Burada iki kavram karşı karşıyadır : Fırsat Eşitliği (Equality of Opportunity) ve Sonuç Eşitliği (Equality of Outcome). Fırsat Eşitliği inancı toplumdaki her bireyin toplumsal yaşamın her bir alanında aynı erişim olacağına sahip olmasını savunur. Basitçe açarsak, her bir kişi eğitim, sağlık, iş yapma, çalışma, oy kullanma, mal mülk sahibi olma gibi insan yaşamının temel haklarına ve uygulama olanağına sahip olmalıdır. Dolayısı ile, yöneticilerin görevi bireylere fırsat eşitliği yaratmak olmalıdır. Sonuç Eşitçiliği ise toplumda herkesin sonuçta yaklaşık aynı maddi olanaklara sahip olmasını savunmaktadır. Yani, Sonuç Eşitçiliği inancına göre, yöneticiler için amaç kişinin nerede ve nasıl başladığı değil, sonunda diğerleri ile eşitliğe erişebilmesi olmalıdır. Yazara göre, konuya bu çerçeve içinde bakıldığında, seçkinlerin statüleri nedeni ile güce ve imtiyaza sahip olmaları toplumsal yaşamda daha fazla söz sahibi olma olanaklarını arttırabilir ama fırsat eşitliğine karşı oldukları söylenemez; hatta, toplumsal gelişim için fırsat eşitliğini çok çeşitli yollar ile destekledikleri de bilinmektedir.

Tabii, bu inançların siyasi, ekonomik ve sosyal tercih ve politikalara yansıyacağı, yasalar ile davranışları şekillendireceği mutlaktır. Yazar, yukarıda da değindiğim gibi her iki inancı da önemsiyor; ama, 1960’lardan bu yana, Antropolog Mead’in korkarak tahmin ettiği olumsuz ve aydın karşıtı popülizm yönlü değişiklikler nedeni ile ABD politik kültürünün ve Amerikan kimliğinin Fırsat Eşitliği inancını bırakıp Sonuç Eşitliği inancı peşinde koştuğunu ve eşitlikçilerin yanlış uygulamalar ile fırsat eşitliğini zedelediklerini örnekleri ile savunuyor. Eğitim ile ilgili olarak verdiği örnek ise çok ilginç ve tezini yalnız ABD’de değil, Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde savunucu nitelikte.. Yazar, Amerikan yüksek eğitim tarihini, aydın karşıtı popülizm gelişmeleri paralelinde analiz ediyor ve ABD’nin yüksek eğitime erişim politikasının büyük bir yalan üzerine kurulmuş bir yanlış olduğunu savunuyor. Üniversitelerin bir zamanlar yüksek öğretime devam etme yeteneklerine sahip öğrencilerin yeterliliklerini arttırmak için var olduğunu, bugün ise böyle bir amacın olmadığını, üniversite eğitimi almak için gerekli yeteneğe sahip olan üniversiteli gençlerin yeterliliklerini arttıramadığını, diplomanın ‘üniversitede sadece boy göstermekle sahip olunan bir derece” yi temsil ettiği bir yüksek eğitim politikası yaratıldığını iddia eder.

Burada biraz duralım ve beni bunları yazıya dökmeme neden olan ve yazının başlangıcında sözünü ettiğim soruya dönelim : Acaba ben de seçkin ve seçkinci miyim ? Bu sorunun yıllarca kafamı kurcalaması çok normal ve tartışılması gerekiyor. Çünkü, ben de Boğaziçi Üniversitesi’nin üzerine kurulduğu eğitim ilke ve geleneklerinin kaynağını oluşturan Robert Kolej’de yüksek eğitimimi tamamlamış (1967) idim. 43 yaşında emekli edilmiş bir askerin devlet lisesinde okuyan çocuğu ve yüksek öğretim adayı olarak bir an evvel ailenin üzerindeki finansal yükü kaldırmak için Harp Okulu’na gitmek üzere iken kendimi Robert Kolej İktisat Bölümü’nde bulmuştum. Nasıl olmuştu ? O yıllarda, sonradan arkadaş olacağım bir çok öğrenciye olduğu gibi Robert Kolej beni de Türkiye’nin dört bir tarafındaki devlet liselerini tarayarak bulmuş, sınava girmeye davet etmiş, kazandığımız takdirde burs garantisi vermişti. Yani, Fırsat Eşitliği ilkesini uygulamış, bana bu fırsatı kullanma imkanını sağlamıştı. Şunu unutmamak gerekir: O var olan fırsatın kapıma gelmesi, şanstan veya kaderin bir cilvesinden kaynaklanmış olabilir ama asla bir imtiyazdan kaynaklanmadı, uzun ve zorlu bir çalışmaya verdiğim emeğin karşılığında geldi. Aynı şekilde, o fırsatı gerektirdiği şekilde değerlendirmek de bir imtiyazdan kaynaklanmadı; o da çok öğrenme isteğinden ve çok çalışmaktan kaynaklandı…O zaman, cevabım kesin : Ben seçkin ve seçkinci değilim. Aynı şekilde ne Boğaziçi seçkincidir, ne de öğrencileri seçkindir; o öğrencileri osa olsa “hak edilmiş seçilmişlik” ile tanımlayabiliriz. Belki Harvard, Yale, Cornell, Cambridge, Oxford’da zaman zaman kamuoyuna yansıyan uygulamaların seçkinci olabileceğini tartışabilirsiniz ama Boğaziçi, Koç, Sabancı Üniversitesi gibi diğer bazı devlet ve özel vakıf üniversitemizi seçkinci olmakla kimse suçlayamaz. Suçlarsa, suçlama inandırıcı olmaz, Henry III’ün söylediği gibi içi boş ve ucuz bir husumet araçı olur.

Şimdi, tekrar yazarın vardığı sonuca dönelim. Sonuçta popülist söylem ve uygulamaları, topluma sunulan yüksek eğitim düzeyinde bir artış sağlamamıştır; tam tersine düzey aşağıya çekilmiş, ve eğer varsa, eğitim eşitliği yukarıda değil aşağıda ve düşük kalitede sağlanmıştır. Bu durum, dünyanın birçok popülist ülkesinde olduğu gibi Türkiye için de geçerlidir. Belki birçok genç bu aldatmacayı kendilerine yüksek eğitim fırsatı olarak görmektedir ama bu kendilerini ve toplumu ileri götürmenin yolu ve gereği değildir. Apartmanlarda kurulan, üniversal yüksek öğretim ve eğitim ilkelerinden uzak, kar amaçlı sözde üniversiteler yalnızca adı üniversite mezunu olan işsizler ordusunun büyümesine yol açar. Toplumun psikolojisini ve sosyal dokusunu zedeler. Çünkü olan bitenin arkasında ülkenin gücü konusu yatmaktadır. Gücü belirleyen de ülke kaynaklarının ülkenin ihtiyaçları karşısında en optimal kullanılımıdır (Buna Ekonomi Öğretisi diyorlar). O kaynakların başında, finansal sermayeden de önemli olan insan kaynağı bulunmaktadır. O kaynağın üzerine titremek gerekir. Ancak bu yapıldığı takdirde, bugün popülist söylemin dolaylı ve farkında olmadan aşağıladığı, yeterince eğitim almış ve kendini yetiştirmiş bir “usta” ve gerçek bir üniversite bitirmiş bir “mühendis” aynı toplum bilincini paylaşabilecek, çocuklarının geleceğine daha yüksek düzeyde ümit ile bakabilecek, hem Fırsat Eşitliği inancını, hem de Sonuç Eşitliği inancını gözetip yaşayacaktır. Diğerleri lümpen kişilik olarak manasız yaşamlarını ve onun sonuçlarını yaşamaya devam edeceklerdir.

Yazar William A. Henry her iki inancı bir tahtaravallinin iki ucuna benzetir; denge için ikisi de önemlidir der ve her iki inancın bir dengede olması gerektiğini savunur. Dengeyi bozan ne yazık ki akılcılıktan uzak ve muhteris popülizmdir. Türkiye, 1950’li yıllardan beri yoğun bir popülizm saldırısı altındadır. Eğitim alanında, en önemli Fırsat ve Sonuç Eşitliği aracı olarak geliştirilen Koy Enstitüleri (1946 sonrası Köy Öğretmen Okulları) 1954 yılında kapatılmıştır. Köyden alt yapısı olmayan şehirlere göçün yönetilememesi Türkiye’de toplumsal yaşamı sosyal ve ekonomik açıdan çok olumsuz etkilemiştir. O nedenle, 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuş ve ekonomik kalkınmanın yanı sıra sosyal kalkınmanın da planlanmasına ciddi boyutta önem verilmiştir. Bu bağlamda, üzerinde durulan önemli konulardan biri ekonomik kalkınmanın gerektirdiği insan gücünü yetiştirmek hedefi ile eğitimi planlamak ve yönlendirmek idi. 1965 yılı yazında DPT Sosyal Planlama Daire Başkanlığı’nda yaptığım üç aylık staj döneminde Mediterranean Regional Project (MRP) olarak adlandırılan ve OECD üyesi altı Akdeniz ülkesinde ( Türkiye, İtalya, Portekiz, İspanya, Yugoslavya ve Yunanistan ) uzun vadeli eğitim planlamasını amaçlayan proje çalışmasında yer almıştım. Bir üçüncü sınıf iktisat öğrencisi olarak, ekonomik ve sosyal kalkınmanın eğitim planlama ve düzeyi ile ne kadar iç içe olduğunu bu çalışma sayesinde öğrenmiştim. 1965 sonbaharında genel seçimler yapıldı ve Adalet partisi büyük bir çoğunluk ile seçimi kazandı. Bir müddet sonra Başbakan Süleyman Demirel o meşhur sözünü söyledi : “Bize plan değil, pilav lazım” dedi. Ondan sonra DPT (Anayasa emrettiği için) bir kurum olarak kaldı ama kısa süreli CHP hükümetleri dışında hiçbir zaman etkinlik kazanamadı. Türkiye de eğitimde uzun vadeli, ekonomisine yön verecek, kalkınmasına destek olacak bir eğitim planı yapma gayretleri ciddi darbe yedi.

Türkiye, yarım yüzyıldan beri akılcı bir sosyo-ekonomik-politik bilinç ve onun uzantısı bir sivil toplumun oluşmasına yol açıcı ve onu muhafaza edici bir eğitim sistemi yaratamamıştır. Bunun tek nedeni gizliden gizliye içimizi kemiren aydın karşıtı kifayetsiz muhteris popülizmdir. Türkiye’nin geleceği aydınlık için çalışan kişi ve kurumların varlığına ve direncine bağlıdır. Bu bağlamda, Boğaziçi Üniversitesi, öğrencileri, hocaları ve mezunları “seçkin” ve “seçkinci” değildir. Zira, onlar, Türkiye’nin aydınlığı tarafındadır. O tarafta olmak, başkalarının gözünde “seçkin ve “seçkinci” olmak ise öyle desinler. O zaman ben de kendimi “seçkin” ve “seçkinci” olarak tanımlamaya razıyım.