Trump Neden Kazandı ?..Bir Anı..

12 Kasım 2024

       Sene 1963..Robert Kolej İş İdaresi ve İktisat Bölümü birinci sınıftayım. Ders yılı yeni başlamış. Siyaset Bilimi 101 dersindeyiz. Hocamız, rahmetli Profesör Doktor Suna Kili. Suna Hanım  çok iyi okullarda okumuşluğu ve müthiş bir Atatürkçü oluşu özellikleri ile tanınırdı. Bize, siyasi ideolojileri anlatıyor; özellikle de uç ideolojilerden bahis ediyor. İkinci Dünya Harbi biteli daha yirmi sene bile olmadığı için çoğunlukla örnek olarak faşizmi ele alıyor. Dersin bitiminde de bize bir dış okuma ödevi veriyor. Okul kütüphanesinden veya nereden bulursak bulalım Erich Fromm’un “Escape From Freedom” (Özgürlükten Kaçış) adlı kitabını okumamızı istiyor. Okuyoruz;  birkaç ders sonra Suna Hanım bize kitabın ana fikrini geniş bir şekilde ve tartışmalı olarak anlatıyor. O anlatının özetini de ben aşağıda, bundan 17 sene önce Radikal gazetesinde yayınlanan yazımdan alıntılayayım: 

     “Almanya’da doğup  sonradan Amerikan vatandaşlığına geçen ünlü antropolog, psikoanalist,  sosyal felsefeci ve tarihçi Erich Fromm 1941 yılında yazdığı bu kitapta,  nasyonal sosyalizm’in ve Hitler’in iktidara yükselişini bir sosyo-psiko-ekonomik analiz çerçevesinde izah eder. Fromm, bir psikoanalist ve sosyolog olarak özgürlüğün çok kıymetli ama muhafaza edilmesinin çok zor olduğuna inanmaktadır. Ona göre insanoğlu çok zorlu ve uzun bir süreç sonucunda bireysel düşünceyi, duyguları, moral bilinci ve sorumluluğu geliştirmiş ve bireyselliği yaratmıştır. Asıl hürriyet bireyselliktir. Ama, bireysellik, izalosyon, uzaklaşma ve şaşkınlığı da beraberinde getirmektedir. O nedenle, hürriyet muhafaza edilmesi zor olan bir olgudur ve dolayısı ile insanlarda özgürlükten kaçma eğilimi vardır. Fromm’a göre, insanların özgürlükten  kaçışında üç karakteristik oluşum bulunmaktadır. Birincisi, “Otoritizm”dir. Kendi dolaysız ve bireysel hak ve özgürlüklerini bir otorite’ye teslim ederek o otoritenin bahşedeceği dolaylı bir hürriyete sahip olmaya çalışırlar. Dolayısı ile, pasif ve otoriteye tapar hale gelirler. İkincisi, “tahripkarlık” tır. Bu tür insanlara göre bireysel hürriyetlere sahip olmaya çalışmak insana acı verir. Çünkü, diğerleri hep onların bireysel özgürlüklerine karşıdır ve onları sahiplenmeye çalışmaktadır. O zaman, yapılacak şey onları ortadan kaldırmaktır. O nedenle, şiddete, kaba kuvvete ve terörizme başvururlar. Üçüncüsü ise “Otoriteye Uyum”dur. Otoriteye tapanlar otoriter hiyerarşi içinde yaşarlar ve yığınsal kültürün güvencesi içinde saklanır ve yaşarlar.  Fromm, buraya kadar psiko-sosyo düzeyde giden analizine ekonomik bir boyut katar ve ekonomik açıdan çok uzun dönemli zorluklar nedeni ile yaşanan hayal kırıklığı ve aşağılanma duygularının insanların bireysel özgürlüklerinden kaçışını hızlandırdığını ve otoriteye sığınma arzusunu yoğunlaştırdığını savunur. Bu tür süreçler sonunda yığınsal kültür ve tercihlerin ülke yönetimlerini faşizm, komünizm, otokrasi ve teokrasi gibi uç ideolojilerin kucağına ittiğini belirtir. 1930lı yıllarda Almanya’da faşist milliyetçi sosyalizmin yükseliş sürecini de bu tür bir psiko-sosyo-ekonomik analiz içinde izah eder. Birinci Dünya Savaşı’nda yenik düşerek büyük bir aşağılanma ile başlayan psiko-sosyo sürecin nasıl Almanya’nın içine düştüğü derin ve uzun ekonomik kriz ile yoğunlaştığını; bu nedenle de Alman halkının Hitler’in diktatörlüğünün ve faşizminin kucağına düştüğünü etraflı bir şekilde anlatır.”  Fromm’un Hitler’in iktidara yükselişinin nedenleri konusunda 2.ci Dünya Savaşı sonrasında yaptığı analiz işte bu. 

        Şimdi de herkes tüm olumsuzluklarına rağmen Trump’ın nasıl seçilebildiğini sorguluyor. Herkesin ortak değerlendirmesinin başında ve çok geniş bir kabul görürcesine ana neden olarak “ekonomi” yer alıyor. Dünya alem iyimserlikle Amerikan ekonomisinin çok iyi gittiğini ilan ediyor ise neden Trump Amerikan tarihinde nadir görülebilen bir ezicilikle seçimi kazanıyor ? Sormak gerek. Sorunun cevabı da Fromm’un sosyo-psiko-ekonomik analizinde yatıyor. Açarsak, “ekonomik” nedenle başlamak gerekiyor. Zira, ekonomi yalnızca piyasalar, finans, borsa değil. Üretim, gelir, refah, kalkınma, dolayısı ile anlamlı istihdam gibi unsurlar dışarıda kalır ve yeterli dikkate mazhar olmaz ise nedenleri çözümleme yeterli olmaz, seçmenin tercihlerini uç ideolojilere kaydıracak zemin ortaya çıkar. Bunu, kitabın “Özgürlükten Kaçış” adlı Türkçesinin arka kapağındaki tanıtıcı metin kısa ama öz açıklıyor : “Özgürlüğün ve otoriterlik güçlerinin insancıl yönlerinin çözümlenmesi, genel bir sorunu, yani ruhbilimsel etmenlerin toplumsal süreç içerisinde etkin güçler olarak oynadığı rolü ele almamızı gerektirir; bu da sonunda bizi , toplumsal süreçteki ruhbilimsel, ekonomik ve ideolojik etmenler arasındaki karşılıklı etkileşim sorununa götürür”. Yani, kısaca, sorun da, çözüm de yalnızca ekonomik değildir.         

Trump’ın bu seferki seçilişi ve büyük Atatürk’ün vefatının 86. Yıldönümü aşağı yukarı aynı zaman dilimine rastladı. Her ikisi ile ilgili yazı ve değerlendirmeler olağan zamanlardakinden çok daha yoğundu. Bu yazıyı yazmak ve adına da  “Bir Anı” eki vermek de bu yoğunluktan kaynaklandı. Yazımın başında belirttiğim gibi Suna Kili Hanım çok Atatürkçü bir siyaset bilimcisi idi..Kendisi, Fromm’un değerlendirmesine şöyle bir ek yaptı : “Görüldüğü gibi Fromm’un üzerinde durduğu çok unsurlu bu etkileşim sorununun baskın öğesi ‘otoriterlik’tir. Bu etkileşimden hep bir  otorite sahibi, bir “diktatör” çıkar. Hitler gibi bir diktatör çıkarsa durum vahimdir, sonuç felakettir; Almanya, bu nedenle şanssızdır. Ama, Türkiye çok şanslıdır. Zira, aynen Almanya gibi biz de  1.Dünya Savaşı’ndan sonra çok unsurlu bir etkileşim süreci sonunda fevkalade zor ve kaygan  ulusal ve uluslararası zeminlerde ciddi  bunalımlar  yaşadık, ama, Türkiye büyük Atatürk gibi bir dahi “otoriter” sayesinde bırakın uç ideolojilere kaymayı, Cumhuriyeti kurmayı başardı”. Şimdi Trump’ın seçimi kazanması ile küresel düzeyde “demokrasinin sonu geldi mi?” tartışmaları  sürüp giderken Trump ve ABD halkı Fromm’un analizine ne kadar kıymet biçecek? Giderek, Suna Hanım’ın ek değerlendirmesi ABD’de nasıl bir sonuç verecek ? Göreceğiz.

Demokrasi, Sivil Toplum ve Deprem

Korkmaz İlkorur

Aşağıda değindiğim yazı 11 Temmuz 2002 tarihli Radikal Gazetesi ekonomi sayfasındaki köşemde “Çözüm : Sivil Toplum” başlığı ile yayınlanmış idi. Yazı, 1999 depremi ve 1999 ve 2001 ekonomik krizleri ardından yazıldı.  

         Şöyle demişim : “Türkiye’nin yaşadığı sürekli krize çare bulamamasının tek bir nedeni vardır. O da tam demokratikleşmemiş olmasıdır. Bunun da nedeni gerçek bir sivil toplum oluşturmadaki aczimizdir.

         “Sivil toplum” çok değişik şekilde tarif ediliyor. Burada tarif bolluğuna girmeyelim ve sivil toplumu, “üç önemli öğesi arasındaki dengeli ve ahenkli iş bölümü ile ülkeyi yöneten ve denetleyen toplum modeli” olarak tarif edelim. Ancak, bu kadar basite indirgediğimiz bu tarifin altında yatan ve bir topluma “sivil toplum” karakterini veren bazı temel ilkeleri belirtelim: Yükümlülük ve hak bilinci, hukukun üstünlüğü, katılımcılık, açıklık , şeffaflık ve hesap verebilirlik.

         Bir sivil toplumun “olmazsa olmaz” üç ana öğesi var : Hükümet (devlet de deniyor), İş dünyası ve sokaktaki adam ve onun sesini yansıtan sivil toplum örgütleri. Hükümetten kastımız siyaset, sivil ve askeri bürokrasi . Türkiye’nin geleceği bu üç ana unsurun elinde ve bunların yukarıdaki ana ilkelere sahip gerçek bir sivil toplumun yaratılmasına ve dolayısı ile demokratikleşmesine yapacakları etkiye bağlı. Hepsinin bu yolda hakları olduğu gibi gerçek yükümlülükleri de var. Bu yükümlülükleri nasıl algılarlar ve bunları yerine getirirler mi sorusuna bu üç öğenin tarihsel gelişimlerini de dikkate alarak eğilelim.

         Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana siyaset, sivil ve askeri bürokrasi tarafından yönetilmektedir. Nasıl bir sivil toplumun üç öğesi arasında denge olması gerekirse –ki bizde yoktur- hükümet diye adlandırılan unsurun içinde de bir denge olmalıdır –ki bizde yoktur. Gerçek bir sivil toplumun kurulması halinde “hükümet” diğer sivil toplum öğelerine sorumluluk ve yetki devir etmek zorundadır. Ama, tarihsel olarak bakıldığında Türkiye’yi yönetmiş olanların bu hakkı kolayca devir etmek istemedikleri görülür. Bu yetki devrini şart koşan AB konusundaki direnç de zaten bunu göstermektedir. 

         Sivil toplum örgütlerini oluşturacak olan vatandaş Osmanlı’dan bu yana genelde ataerkil bir aile düzeninden gelmektedir. Baba, yani otorite, hayranıdır. Güdülmeyi sever. Sorgulamaz. Hakkını aramaz. Babanın verdiği ile yetinir. Risk almayı sevmez. Otoriter bir düzenden geldiği için sevgi yoksunudur, sürekli okşansın ister. Onun için popülizme çabuk yatar. Kısa yaşamında kendisine gerçek faydayı sağlayanın kim ve ne olduğunu anlayamaz. O nedenle etrafı sivil toplum örgütü diye saran ama bugün halen “hükümet””ten beslenen örgütlerden medet umar. Sonuçta, gerçek ve gönüllü sivil toplumları cılız ve etkisiz kalır.

         İş dünyamız, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “hükümet” in koruması ve özendiricileri ile gelişmiştir. Onun için, iş dünyası, çok eleştiri yapsa da, bir sivil toplum modeli içinde Türkiye’nin yönetimi ve denetimi için geleneksel güçlerden sorumluluk ve yetki devri talep etme cesaretini gösterememiştir. Sivil toplumu yaratma sürecinde, ülkenin çok önemli bir aş ve iş yaratıcısı olması gereken iş dünyası, yetki devrinde direnen “hükümet” ve güçsüz Sivil Toplum Örgütleri karşında görece önemli vecibesini anlamamış, görece gücünü kullanmamıştır.

         Sivil toplum unsurlarının geçmişlerine ve gelecekte kurulabilecek işbirliği olasılıklarına baktığınızda demokratikleşme açısından karamsar olmak için epey bir neden var gözüküyor. Ama, biz gene de iyimser olalım ve “hükümet”i sorumluluk ve yetki devrinde akılcılığa, “STÖ’lerin temeli vatandaşı” ataerkil düşünce ve davranışlarını bırakmaya, “iş dünyası”nı da, “hükümet”ten göbek bağını kopartmaya davet edelim. Yoksa, Türkiye’nin işi çok zor”. 

       Aradan 20 sene geçti, halen belirsizliklerle dolu bir ekonomik krizin içinde iken gene bir deprem oldu. Yazdıklarımı gözden geçirip bir değerlendirme yapmanın zamanı dedim. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen ana fikirde olumlu yönde çok önemli değişiklikler olduğunu söyleyemem. Tam tersi, yani olumsuzlukların katlanarak arttığı ise yadsınamaz.  Tek teselli veren husus, 1999 depremi sonrasında da gördüğümüz sosyal dayanışmanın daha da artmış olması. Ama, “hükümet” öğesinin böyle bir durumda dahi gönüllü bir “yetki devrine” razı olmaması, özellikle sokaktaki adam ve STÖ’ye, “hükmetme” arzusunun tam hız devam ettiğine işaret etmektedir. İş dünyası ya çok sinmiştir, ya da çok vurdumduymazdır, kendi işine bakar. Bu durum, bizi sivil toplum ve demokrasinin geleceği açısından 20 senesi evveline kıyasla çok çok daha fazla endişelendirmeli ve sivil toplumu gerçekleştirmeye yönlendirmeli. Aksi takdirde bir sonraki depremde sivil toplumu da, demokrasiyi de enkazdan çıkartmak mümkün olmayabilir.

Boğaziçi Üniversitesi ve Seçkincilik Üzerine

Boğaziçi Üniversitesi’ne dışarıdan ve yeterliliği olmayan bir rektör atanması sonrasında yaşanan tartışmalarda olduğu gibi, yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın düşünce ve düşünme kıtlığı yaşanan birçok ülkesinde ne zaman sosyo-politik-ekonomik boyutlu bir tartışma çıksa iş gelir gider taraflardan birinin diğerini “seçkinci” (Elitist) olmakla suçlamasına gelir. “Seçkincilik” (Elitizm) inancının ne olup, ne olmadığı fazla tartışılmaz. Genellikle de düşmanca bir tanımlama havası içinde ortaya atılır. Olası bir tartışmayı da çoğu zaman “Seçkinci” suçlamasını yapanlar kazanır. Bu durum beni bir çok nedenle hep düşünmeye itmiştir. Şimdi bu nedenlere girmeme gerek yok; ama, yazının sonlarında anlayacağınız gibi, benim için en önemli bir neden kendimi sorgulamam idi. Acaba ben de seçkinci ve seçkin miyim ?

Bu konuda tartışmalar genellikle “seçkincilik” ve “eşitlikçilik” karşıtlığı içinde yapılır. İçerdiği düşüncelerin görece doğru yönleri olabileceğinden ve zaman zaman da bu düşünceler popülist söyleme kolayca zemin hazırladığından “eşitçiliği” savunmak daha kolaydır. Giderek bir suçlama bağlamında söz edilen “seçkincilik” için ise durum tersinedir. Zaten, seçkinciliği savunan fazla bir yayın olmadığı da söylenebilir. Böyle bir yayın 1994 yılında basılan, William A. Henry III’ün “In Defense of Elitism” (Seçkincilik Savunusu) adlı kitabıdır. Ben kitabı 1995’de aldım ve okuyup kütüphaneme koydum. Ama, kitabın yazılmasından çok önce başlamış olan sosyo-ekonomik-politik kriz bugün tüm dünyayı çok derin bir şekilde etkiliyor ve beraberinde çok yönlü tartışma ve söylemleri de getiriyor. Bu söylemler arasında “seçkincilik” konusu da sıkça yer alıyor ve “seçkincilik” suçlamaları da yeniden bir temele dayanmaksızın havada uçuruluyor. Bu arada suçlamalar Boğaziçi Üniversitesi’ne kadar uzandığı için kitap tekrar kütüphaneden masaya indi.

Uzun yıllar Time dergisinin eleştiri yazarlığını yürüten Henry III yaptığı eleştiriler ile 1975 ve 1980 yıllarında iki kez Pulitzer ödülü aldı. Bu kitabı 1994’de vefat ettikten sonra yayınlandı. Kitabın birinci bölümünün adı “Vital Lie”; “Yaşayan Yalan” diye tercüme edelim. Bölümün birkaç uzunca paragrafı “seçkincilik” teriminin ne kadar ucuz ve bilinçsiz kullanıldığı ve kolaylıkla düşmana doğrultulan bir silah haline getirildiğini anlatıyor. Bu anlatımı yanlış yansıtmamak için tercümesini vermeyi tercih ettim :

” Bill Clinton’nın Beyaz Saray’a yürüdüğü günlerde, kendimi ve çok uzun yıllardan beri tanıdığım liberal demokrat arkadaşlarımın birçoğunu gerçekçi bir şekilde içinde gördüğüm “seçkinci” tanımının yaşadığımız bu zamanlarda “ırkçı” tanımı gibi, içinde her türlü aşağılayıcı suçlamaları barındıran bir terim haline gelmesi hoşuma gitmedi. Şöyle bilinçli olarak etrafıma bakmaya başladım; bulvar gazetelerinden bilimsel dergilere, göstermelik dizilerden ciddi akademik söyleme, ve, en önemlisi, liberaller ve muhafazakarlar hepsi dahil kamusal retoriğe kadar her bir tarafa baktım. Ama, “seçkincilik inancının”, ve böyle bir inancın temelini oluşturması gereken önemli değerler hiyerarşisinin bir düşünsel yeterlilikte tartışılmadığı kanısına vardım. Bir lanetleme etiketi olarak kullanılan “seçkinci”, “seçkin” gibi kelimelerin, bugünün hatiplerinin karşıtlarını kurtarılamayacak şekilde yenilgiye uğratabilmeleri için geliştirildiğini gözlemledim”.

” Kıskançlık, teolojik çevrelerin yedi ölümcül günahından biri olsa da olağan bir sohbetin bile en yüksek getiriyi (cazibeyi) sağlayan unsurudur. O nedenle, ilk önce, bu hakaretlerin çoğunun, daha az olanağı olan çoğunluğun, daha çok olanağa sahip azınlığa karşıt gruplaşması gibi bir reaksiyon olduğu düşüncesi ile bunları kafamdam silmeye yatkındım. Ama, isteksiz bir şekilde ve adım adım ilerledikçe seçkinliğe yöneltilen popülist eşitlikçi öfkenin paradan çok, lidere ve konuma, özellikle iyi bir eğitim ve uzun uğraş sonunda elde edilmiş başarıya, başta tarih, felsefe ve kültür olmak üzere geçmişten kalanlara saygı duymak, akılcılık ve bilimsel araştırmaya dayanmak, objektif standartları korumak, doğru bildiğini savunmak, öğrenmek için dinlemek gibi benim için çok önemli olan ve akılcılık farklılığını yaratan türden unsurları hedef aldığını anladım…”

“…Antropolog Margaret Mead (1901-1978) ölmeden kısa bir süre önce Amerika Birleşik Devletleri’nin, Ortaçağ mistisizmi, anlamsız söylem (mumbo-jumbo), şahsi çıkar üzerine kurulu inanç, çete politikası (mob politics), araştırma ve eleştirisel düşünce yerine korkunun hakim olduğu yeni bir Karanlık Çağ’a doğru yürüdüğü tahmininde bulunmuş idi. Mead korktuğunun çok ötesinde haklı idi. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyük Amerikan diyalektiği “seçkincilik” ve “eşitçilik” (egalitarianism) arasındadır…Bunlar, 18. Yüzyıl Aydınlanma Hareketi’nin birbiri ile yarışan iki ana inancı, dolayısı ile, Amerikan kimliğinin kaynağı idi. İkisi arasındaki gerilim, dengenin çok ötesine ve yanlış yönde, etik standartlar temelinde düşünmeyen “eşitlikçi”ler tarafına salınarak bozuldu. Yeni bir çeşit aydın karşıtı popülizm yıkıcı ve kontrol edilemez bir şekilde ilerledi.”

Kitap böyle bir başlangıç ile ilerliyor ve yazar örnekler ile tezini savunuyor. Kitap yayınlandığı zaman bayağı bir yankı yaptı. Zira, konu çok zordu. Eşitçilik, ana akım Amerikan kimliğinin ve düşünce sisteminin önemli bir ayağı idi. Seçkincilik, her zaman, kendi tarifinden kaynaklanan bir dışlanma içinde idi. Bu nedenlerle kitap çok tartışıldı. Kimisi çok olumlu, kimisi çok olumsuz yorumlar yaptı. Ama, ilk kez, özellikle ABD siyasetinin, hatta sosyo-ekonomik sistemin giderek kafalarda sorgulandığı bir ortamda cesaretle yeni ve alışılagelmişin dışında bir savunu olduğu için de çok ilgi çekti.

Şimdi, bu noktada kitabın ilerleyişini ve tercümeyi bırakalım; bu zor savunuya bir açıklık getirebilmek için biraz tanımlamaları açalım : “Seçkin”, en basit olarak, “bir toplumda sahip oldukları yüksek statü nedeni ile toplumun çoğunluğuna kıyasla daha fazla imtiyaz ve güce sahip olan görece küçük gruplara dahil olan kişi(ler)” olarak tarif ediliyor. “Seçkincilik” ise “bu kişilerin/grupların toplum yaşamında / yaşam alanlarında etkinliklerini savunmak ve geliştirmek inancı” olarak tanımlanıyor. Yüksek statüyü sağlayan imtiyaz ve güçler de, genellikle, zenginlik, çok iyi bir eğitim, doğuştan yetenek ve başarı gibi unsurlar oluyor. Yazar, ise seçkincilik ve eşitçilik inançlarını bir tahtaravallinin iki tarafı olarak değerlendiriyor, her ikisini de önemsiyor, o nedenle de konuyu doğrudan “eşitlik” içeriğinde ele alıyor. Ona göre, esas konu neyin, nasıl eşitlenmeye çalışıldığıdır.

Burada iki kavram karşı karşıyadır : Fırsat Eşitliği (Equality of Opportunity) ve Sonuç Eşitliği (Equality of Outcome). Fırsat Eşitliği inancı toplumdaki her bireyin toplumsal yaşamın her bir alanında aynı erişim olacağına sahip olmasını savunur. Basitçe açarsak, her bir kişi eğitim, sağlık, iş yapma, çalışma, oy kullanma, mal mülk sahibi olma gibi insan yaşamının temel haklarına ve uygulama olanağına sahip olmalıdır. Dolayısı ile, yöneticilerin görevi bireylere fırsat eşitliği yaratmak olmalıdır. Sonuç Eşitçiliği ise toplumda herkesin sonuçta yaklaşık aynı maddi olanaklara sahip olmasını savunmaktadır. Yani, Sonuç Eşitçiliği inancına göre, yöneticiler için amaç kişinin nerede ve nasıl başladığı değil, sonunda diğerleri ile eşitliğe erişebilmesi olmalıdır. Yazara göre, konuya bu çerçeve içinde bakıldığında, seçkinlerin statüleri nedeni ile güce ve imtiyaza sahip olmaları toplumsal yaşamda daha fazla söz sahibi olma olanaklarını arttırabilir ama fırsat eşitliğine karşı oldukları söylenemez; hatta, toplumsal gelişim için fırsat eşitliğini çok çeşitli yollar ile destekledikleri de bilinmektedir.

Tabii, bu inançların siyasi, ekonomik ve sosyal tercih ve politikalara yansıyacağı, yasalar ile davranışları şekillendireceği mutlaktır. Yazar, yukarıda da değindiğim gibi her iki inancı da önemsiyor; ama, 1960’lardan bu yana, Antropolog Mead’in korkarak tahmin ettiği olumsuz ve aydın karşıtı popülizm yönlü değişiklikler nedeni ile ABD politik kültürünün ve Amerikan kimliğinin Fırsat Eşitliği inancını bırakıp Sonuç Eşitliği inancı peşinde koştuğunu ve eşitlikçilerin yanlış uygulamalar ile fırsat eşitliğini zedelediklerini örnekleri ile savunuyor. Eğitim ile ilgili olarak verdiği örnek ise çok ilginç ve tezini yalnız ABD’de değil, Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde savunucu nitelikte.. Yazar, Amerikan yüksek eğitim tarihini, aydın karşıtı popülizm gelişmeleri paralelinde analiz ediyor ve ABD’nin yüksek eğitime erişim politikasının büyük bir yalan üzerine kurulmuş bir yanlış olduğunu savunuyor. Üniversitelerin bir zamanlar yüksek öğretime devam etme yeteneklerine sahip öğrencilerin yeterliliklerini arttırmak için var olduğunu, bugün ise böyle bir amacın olmadığını, üniversite eğitimi almak için gerekli yeteneğe sahip olan üniversiteli gençlerin yeterliliklerini arttıramadığını, diplomanın ‘üniversitede sadece boy göstermekle sahip olunan bir derece” yi temsil ettiği bir yüksek eğitim politikası yaratıldığını iddia eder.

Burada biraz duralım ve beni bunları yazıya dökmeme neden olan ve yazının başlangıcında sözünü ettiğim soruya dönelim : Acaba ben de seçkin ve seçkinci miyim ? Bu sorunun yıllarca kafamı kurcalaması çok normal ve tartışılması gerekiyor. Çünkü, ben de Boğaziçi Üniversitesi’nin üzerine kurulduğu eğitim ilke ve geleneklerinin kaynağını oluşturan Robert Kolej’de yüksek eğitimimi tamamlamış (1967) idim. 43 yaşında emekli edilmiş bir askerin devlet lisesinde okuyan çocuğu ve yüksek öğretim adayı olarak bir an evvel ailenin üzerindeki finansal yükü kaldırmak için Harp Okulu’na gitmek üzere iken kendimi Robert Kolej İktisat Bölümü’nde bulmuştum. Nasıl olmuştu ? O yıllarda, sonradan arkadaş olacağım bir çok öğrenciye olduğu gibi Robert Kolej beni de Türkiye’nin dört bir tarafındaki devlet liselerini tarayarak bulmuş, sınava girmeye davet etmiş, kazandığımız takdirde burs garantisi vermişti. Yani, Fırsat Eşitliği ilkesini uygulamış, bana bu fırsatı kullanma imkanını sağlamıştı. Şunu unutmamak gerekir: O var olan fırsatın kapıma gelmesi, şanstan veya kaderin bir cilvesinden kaynaklanmış olabilir ama asla bir imtiyazdan kaynaklanmadı, uzun ve zorlu bir çalışmaya verdiğim emeğin karşılığında geldi. Aynı şekilde, o fırsatı gerektirdiği şekilde değerlendirmek de bir imtiyazdan kaynaklanmadı; o da çok öğrenme isteğinden ve çok çalışmaktan kaynaklandı…O zaman, cevabım kesin : Ben seçkin ve seçkinci değilim. Aynı şekilde ne Boğaziçi seçkincidir, ne de öğrencileri seçkindir; o öğrencileri osa olsa “hak edilmiş seçilmişlik” ile tanımlayabiliriz. Belki Harvard, Yale, Cornell, Cambridge, Oxford’da zaman zaman kamuoyuna yansıyan uygulamaların seçkinci olabileceğini tartışabilirsiniz ama Boğaziçi, Koç, Sabancı Üniversitesi gibi diğer bazı devlet ve özel vakıf üniversitemizi seçkinci olmakla kimse suçlayamaz. Suçlarsa, suçlama inandırıcı olmaz, Henry III’ün söylediği gibi içi boş ve ucuz bir husumet araçı olur.

Şimdi, tekrar yazarın vardığı sonuca dönelim. Sonuçta popülist söylem ve uygulamaları, topluma sunulan yüksek eğitim düzeyinde bir artış sağlamamıştır; tam tersine düzey aşağıya çekilmiş, ve eğer varsa, eğitim eşitliği yukarıda değil aşağıda ve düşük kalitede sağlanmıştır. Bu durum, dünyanın birçok popülist ülkesinde olduğu gibi Türkiye için de geçerlidir. Belki birçok genç bu aldatmacayı kendilerine yüksek eğitim fırsatı olarak görmektedir ama bu kendilerini ve toplumu ileri götürmenin yolu ve gereği değildir. Apartmanlarda kurulan, üniversal yüksek öğretim ve eğitim ilkelerinden uzak, kar amaçlı sözde üniversiteler yalnızca adı üniversite mezunu olan işsizler ordusunun büyümesine yol açar. Toplumun psikolojisini ve sosyal dokusunu zedeler. Çünkü olan bitenin arkasında ülkenin gücü konusu yatmaktadır. Gücü belirleyen de ülke kaynaklarının ülkenin ihtiyaçları karşısında en optimal kullanılımıdır (Buna Ekonomi Öğretisi diyorlar). O kaynakların başında, finansal sermayeden de önemli olan insan kaynağı bulunmaktadır. O kaynağın üzerine titremek gerekir. Ancak bu yapıldığı takdirde, bugün popülist söylemin dolaylı ve farkında olmadan aşağıladığı, yeterince eğitim almış ve kendini yetiştirmiş bir “usta” ve gerçek bir üniversite bitirmiş bir “mühendis” aynı toplum bilincini paylaşabilecek, çocuklarının geleceğine daha yüksek düzeyde ümit ile bakabilecek, hem Fırsat Eşitliği inancını, hem de Sonuç Eşitliği inancını gözetip yaşayacaktır. Diğerleri lümpen kişilik olarak manasız yaşamlarını ve onun sonuçlarını yaşamaya devam edeceklerdir.

Yazar William A. Henry her iki inancı bir tahtaravallinin iki ucuna benzetir; denge için ikisi de önemlidir der ve her iki inancın bir dengede olması gerektiğini savunur. Dengeyi bozan ne yazık ki akılcılıktan uzak ve muhteris popülizmdir. Türkiye, 1950’li yıllardan beri yoğun bir popülizm saldırısı altındadır. Eğitim alanında, en önemli Fırsat ve Sonuç Eşitliği aracı olarak geliştirilen Koy Enstitüleri (1946 sonrası Köy Öğretmen Okulları) 1954 yılında kapatılmıştır. Köyden alt yapısı olmayan şehirlere göçün yönetilememesi Türkiye’de toplumsal yaşamı sosyal ve ekonomik açıdan çok olumsuz etkilemiştir. O nedenle, 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuş ve ekonomik kalkınmanın yanı sıra sosyal kalkınmanın da planlanmasına ciddi boyutta önem verilmiştir. Bu bağlamda, üzerinde durulan önemli konulardan biri ekonomik kalkınmanın gerektirdiği insan gücünü yetiştirmek hedefi ile eğitimi planlamak ve yönlendirmek idi. 1965 yılı yazında DPT Sosyal Planlama Daire Başkanlığı’nda yaptığım üç aylık staj döneminde Mediterranean Regional Project (MRP) olarak adlandırılan ve OECD üyesi altı Akdeniz ülkesinde ( Türkiye, İtalya, Portekiz, İspanya, Yugoslavya ve Yunanistan ) uzun vadeli eğitim planlamasını amaçlayan proje çalışmasında yer almıştım. Bir üçüncü sınıf iktisat öğrencisi olarak, ekonomik ve sosyal kalkınmanın eğitim planlama ve düzeyi ile ne kadar iç içe olduğunu bu çalışma sayesinde öğrenmiştim. 1965 sonbaharında genel seçimler yapıldı ve Adalet partisi büyük bir çoğunluk ile seçimi kazandı. Bir müddet sonra Başbakan Süleyman Demirel o meşhur sözünü söyledi : “Bize plan değil, pilav lazım” dedi. Ondan sonra DPT (Anayasa emrettiği için) bir kurum olarak kaldı ama kısa süreli CHP hükümetleri dışında hiçbir zaman etkinlik kazanamadı. Türkiye de eğitimde uzun vadeli, ekonomisine yön verecek, kalkınmasına destek olacak bir eğitim planı yapma gayretleri ciddi darbe yedi.

Türkiye, yarım yüzyıldan beri akılcı bir sosyo-ekonomik-politik bilinç ve onun uzantısı bir sivil toplumun oluşmasına yol açıcı ve onu muhafaza edici bir eğitim sistemi yaratamamıştır. Bunun tek nedeni gizliden gizliye içimizi kemiren aydın karşıtı kifayetsiz muhteris popülizmdir. Türkiye’nin geleceği aydınlık için çalışan kişi ve kurumların varlığına ve direncine bağlıdır. Bu bağlamda, Boğaziçi Üniversitesi, öğrencileri, hocaları ve mezunları “seçkin” ve “seçkinci” değildir. Zira, onlar, Türkiye’nin aydınlığı tarafındadır. O tarafta olmak, başkalarının gözünde “seçkin ve “seçkinci” olmak ise öyle desinler. O zaman ben de kendimi “seçkin” ve “seçkinci” olarak tanımlamaya razıyım.

Coronovirüs ve Gelecek

Coronovirüs hayatımıza girdi, herkesi bir düşünce aldı..Herşey eskisi gibi kalır mı? Bir çok kimsenin dediği gibi, İsa Öncesi (İÖ/BC) ve İsa’dan sonra (İS/AD) benzeri bir Corona Öncesi (CÖ/BV) -( BC tartışmalı bir tesadüf olacağı için BV) ve Corona Sonrası (CS/AC) benzeri tarihsel dönüşüm yaşanacak mı ? Gidişata ve yapılan matematiksel model hesaplamalarına bakılırsa bu virüsün insan vücudundan olmasa bile ürkütücü bir hastalık olarak aklından çıkması önümüzdeki 12-18 ay içinde olacak.. O zamana kadar da yukarıdaki sorular ve benzerlerine belki tam olarak cevap veremeyeceğiz ama bireylerin ve toplumların hangi alanlarda nasıl değişeceklerine, özel ve kamusal yaşamın nasıl şekilleneceğine, bireyler ve devlet arasındaki ilişkilerin nasıl olacağına dair daha fazla veri oluşacak ve sorulara daha dayanaklı cevaplar üretme imkanı olacak.

Continue reading “Coronovirüs ve Gelecek”